Bu blog yazısına, tıpkı diğer blog yazılarıma başladığım gibi, zamanın ne kadar hızlı geçtiğinden şikayet ederek başlayacağım. Ama kısa ve öz olarak bahsetmek gerekirse: Gönüllülük yılımın 2/3’ü bitti.

Bu, Almanya’ya geri dönmeden önce mümkün olduğunca çok şey görmek istediğimiz için çıkmayı planladığımız seyahatleri arttırmamıza neden oldu. Böylece Nisan ayında nihayet İstanbul’a gittik ve bu devasa sanat, tarih ve kültür şehrinde bir hafta geçirdik. İstanbul’u bir haftadan daha kısa sürede deneyimlemek gerçekten mümkün değil. Bana göre, orada geçirdiğimiz 6 gün, bu inanılmaz şehri hakkını vererek gezmek için minimum düzeyde. İzmir’den çıkmak içimi rahatlatmıştı ama çok geçmeden 16 milyonluk bu şehrin dinlenilecek bir yer olmadığını anladım. İstanbul muhtemelen dünyanın en tarihi şehirlerinden biri ve bunu göstermeyi de seviyor. İzmir’de tarihi yerleri umutsuzca ararken, İstanbul’da tarihi yerleri gezmek kaçınılmaz oluyor. Nereye giderseniz gidin yüzyıllık bir tarihle karşı karşıyasınız. Tabii ki Galata Kulesi ya da Ayasofya gibi tüm alışılagelmiş yerleri görmeye gittik ama dürüst olmak gerekirse en sevdiğim manzara denizcilik müzesiydi, muhtemelen gemilere ve denizcilikle ilgili her şeye olan küçük saplantılarım yüzünden.

İstanbul ziyaretimizden hemen sonra yelken açmaya gidecek kadar şanslıydım! Toni’nin ailesi ziyarete geldi ve bana yelkenli teknede bir ranza teklif ettiler, birlikte yelken açmayı  istediler. Böylece İzmir’de sadece bir gece kalarak İzmir Körfezi’ne yelken açmak için doğrudan Foça’ya gittim. Zayıf rüzgarlar ve bir planlama hatası yüzünden ana yelkeni kaldıramadık. Kuzeybatıdan esen rüzgarla, ön yelkenimizi Foça Körfezi’nden Manal’a doğru rüzgar yönünde bir rota için kullandık. Mordoğan’ın önünden esen rüzgar, bir yelkenli olmamıza rağmen Manal koyuna girerken bize çok iyi bir hız verdi. Suyun daha sıcak olacağını düşündük ama su umduğumuz kadar sıcak olmayınca biraz hayal kırıklığına uğradık. Ama yine de bu güzel günde yüzmeye gitmek için demir attık. Tekrar yelken açma fırsatı bulduğum için çok mutluyum. Almanya’da yıllar boyunca yelkeni öğrendim ve çok sevdim. Ama ne yazık ki Covid, denizcilik için sahip olduğum nadir fırsatları durdurdu. Mordoğan’ın önünde sertleşen rüzgar, ertesi gün rüzgara karşı karşıya gelip Foça’ya dönmeyi zorlaştırdı. Mordoğan ile Uzun Ada arasındaki geçişimiz bizi daha ileriye götürmedi ve hava biraz ısınınca da rüzgar tamamen kesildi. Bu da bizi Uzun Ada’dan özgürce yolumuza devam etmek ve rüzgarı yeniden farklı bir zamanda bulmak durumunda bıraktı.

İzmir’de bir hafta geçirdikten sonra ailem iki haftalığına beni ziyarete geldiği için çantamı tekrar topladım. Birazdan bahsedeceğim yolculuk benim tarafımdan değil, babam tarafından planlandı. İlk olarak Pamukkale’ye gittik ve her yerin turistler ve ‘‘Instagrammer’’larla dolu olduğunu fark ettik. Genelde Türkiye’de bu kadar çok turist gördüğümde ben “turist değilim” diye düşünürdüm ve farklı olduğuma inanıyordum. Ama benim gibi Türkçe bilmeyen ve Türkiye’de yaşamayan ailemle Pamukkale’deyken şunu anladım: “Ben turistim…”. Kulağa tuhaf geldiğini biliyorum ama normalde Türkiye’de gerçek bir turist gibi hissetmiyorum çünkü burada yaşıyorum ve çalışıyorum. Ama Pamukkale gibi turistik yerlerde herkesin beni turist olarak gördüğünü de biliyorum, özellikle de ailemle oradayken. Fethiye’ye ve Ölüdeniz’e gittiğimizde de o duygu geçmedi. Buralar belki de Türkiye’nin belki de en turistik yerleri. Ölüdeniz sadece otel ve restoranlardan oluşuyor. Ailemle yaptığım bu yolculuğun gönüllülük deneyimimi biraz sekteye uğrattığını fark ettim. Yanlış anlamayın, ailemin beni ziyarete gelmesine sevindim ama gönüllü arkadaşlarımla ülkeyi keşfediyormuşum gibi hissettirmedi, daha çok ailemle tatile gitmek gibiydi. Efes’i ziyaret etmek için Selçuk’a gitmemiz daha iyi oldu. Efes de çok büyük ve turistik yer ama etrafındaki diğer yerlere kıyasla her şey daha rahat ve daha az turistik. Yağmurlu havada Selçuk’a geri döndüğümüzde, tarlalardan ve küçük yollardan geçerken, bu sonuca vardım.

En son çıktığım seyahat, yalnız bir maceraydı. Arkadaşlarım, benim iki hafta önce gittiğim Pamukkale’ye gitmeye karar verdiler. Bu yüzden İzmir’de kiralık araba bulmaya çalıştım ama 19 yaşındakilere kiralık araba verilmediğini öğrenince İzban’la Aliağa’ya gittim. Oradan dolmuşa binip Çandarlı’ya gittim ve spontane bir şekilde bir oda ayırttım ve akşama doğru köyü keşfettim. Ertesi gün dolmuşla çok canlı ve güzel bir şehir olan Bergama’ya gittim. Planım teleferik ile dağa çıkarak antik Bergama’yı görmekti. Ancak teleferiğin Google’daki konumuna geldiğimde Google Haritalar’daki GPS konumunun yanlış olduğunu fark ettim. Bu yüzden dağa çıktım ve ne zaman bir araba gelse otostop çekmeye çalıştım. Sonunda, bir grup Çinli turist durdu ve yolun geri kalanı için beni arabalarına aldılar. Bergama’nın kendisi Efes’e çok benziyor ama daha az insan var. Benim için de oldukça yeni bir deneyimdi çünkü en son ne zaman, nereye gideceğimi bilmeden sırt çantamla dışarı çıktığımı hatırlamıyorum,. Konfor alanınızdan çıkıp plansız bir şekilde yalnız başınıza seyahat ettiğinize, bu bağımlılık haline  geliyor!

Sonuç olarak, bu aylar seyahat aylarıydı ve önümüzdeki aylar da daha fazla seyahate çıkmayı çok istiyorum!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.