İstanbul; ekonomik, kültürel ve tarihi bir merkez olarak hizmet veren Türkiye’nin en büyük şehridir. İstanbul, Avrupa’nın en kalabalık ve dünyanın en büyük 15. şehridir. […] Şehir, yaklaşık 1600 yıl boyunca imparatorluk başkenti olarak hizmet etti […] Şehrin büyüklüğü ve etkisi büyüdü, sonunda İpek Yolu’nun bir feneri ve tarihin en önemli şehirlerinden biri haline geldi.’– Wikipedia’dan…


Yukarıda alıntıladığım paragraf; İngilizce Wikipedia’da yer alan İstanbul hakkındaki sayfanın ilk paragrafı. Oldukça gelecek vaad edici… 15 milyonu aşkın nüfusuyla şimdiye kadar gördüğüm en büyükşehir olan İstanbul’a gitmek istediğimden emindim. Büyük bir heyecanla otobüs bileti aldık ve Airbnb’den yer ayırttık. Kendimize bir seyahat kitabı aldık, birkaç şey okuduk ve neler yapmak istediğimize az çok karar verdik. Ama İstanbul’dayken kendi kendime devamlı aynı soruyu sordum: Neden İstanbul’u ziyaret etmek istiyordum? Dönerken nasıl bir macera yaşamış olarak dönmek istiyorum? Sürprizlerle dolu mu, memnun kalmış bir şekilde mi yoksa beklentilerim karşılanmış bir şekilde mi dönmek istiyorum? Ya da tamamen farklı bir şekilde?


Seyahatin ortalarında gezilecek bir yerden diğerine koşuyormuş gibi hissettiğimi fark ettim. Sanki sadece gitmek istediğim yerleri listemden elemek için geziyormuş gibiydim. O kadar çok şeyi görmek istemiştim ki küçük şeyleri gözden kaçırdığımı fark ettim. Birkaç gün boyunca tarihi yerlerde kalabalık turist gruplarıyla karşılaştıktan sonra, İstanbul bana oldukça büyük bir açık hava müzesi gibi gelmeye başladı. Galata Kulesini, Ayasofya’yı, Sultan Ahmet Camisini, Topkapı Sarayı’nı, Kapalı Çarşı’yı, Dolmabahçe Sarayı’nı, Taksim Meydanı’nı ve bu tarz turistik bazı mekânları ziyaret ettim. Bunların hepsi inanılmaz ilgi çekici ve haklarında günlerce araştırma yapabileceğin, birçok şey öğrenebileceğin ve öğrendikçe de hayran kalacağın yerler. Ama kısa bir zaman dilimine bu yerlerin hepsini sıkıştırınca, gördüğün yerler kendini tekrar etmeye ve sıkıcı gelmeye başlıyor. Sinir bozucu bir durum.


Tur kitabında okuduğum verilere göre turistlerin %99’u şehrin %90’ını görmüyor. Bu da şehri tam anlamıyla anlayamadığın hissini oluşturuyor. Galata vapur iskelesinin yakınlarında, tuhaf görünen ve gerektiğinden fazla pahalı olan bir restoranda yemek yedim ve sanırım bu da İstanbul tecrübesinin bir parçası. Öyle ki eğer böyle bir deneyim yaşamamış olsam bir şeyleri eksik yapmışım gibi hissedecektim.
İstanbul’da çok keyif alarak yaptığım bir sürü şey de oldu. Bu şeyler hep genel turist rotasının ve yerlerinin dışında gerçekleşti. Her seferinde şehirde yaşamanın nasıl hissettirdiğine dair bakışlar keşfedebiliyordum. Kadıköy’de yürüdüğümüz Pazar akşamı benim için unutulmaz geçen bir akşamdı. İzmir’den tanıdığımız ve şu anda İstanbul’da okuyan bir arkadaşımızla otantik bir komünist kafede oturduk. Akşam yemeğimizi, iş çıkışında orada oturan insanlarla birlikte yedik. Ardından Fenerbahçe Stadı’ndan gelen gürültüyü takip ettik. Bilet alamayan yüzlerce kişi stadyumun etrafında oturup maçı takip etmek için akıllı telefon ekranına bakarak daireler oluşturdu. Fenerbahçe ve Galatasaray derbi maçıydı ve Fenerbahçe ilk golü attığında stadyumun içinin nasıl olduğunu hayal bile edemezdik. Üsküdar’da bir seyir noktasına gittik, oralarda dolaşmayı ve tesadüfen karşıma çıkan Büyük Çamlıca Camii’ni keşfetmek çok keyifliydi. Şimdilerde kafe, kütüphane ve sanat galerisi olarak kullanılan eski bir banka binası olan SALT Galata’da dolaşmayı çok sevdim. En güzel günlerden biri de vapurla Büyük Ada’ya gittiğimiz, bisiklet kiraladığımız ve Marmara denizindeki o güzel adayı kendi başımıza keşfettiğimiz gündü. Süleymaniye Camii’nde bizi İslam’ın tek gerçek din olduğuna ikna etmek isteyen turist danışmanlığı yapan dernek gönüllüleriyle konuşmak da keyifliydi.


Bunların hepsi bana şehrin dışında, gerçek bir deneyim yaşıyormuşum hissî veren şeylerdi. Ama bir karşılaşma dikkatimi çekti. Bir İstanbullunun şehri hakkında konuşmasını dinleme şansım oldu, bu kişi bir hafta boyunca bizimle Üsküdar’daki dairesini paylaşan Airbnb ev sahibimizdi. Kendisi genç bir avukattı ve her gün sabah yedide daireden çıkıyordu. Şehri dolaşıp eve geç döndüğümüzde Altuğ evde bizi bekliyordu. Bize gitarıyla bir şarkı çalıyor ya da bir tavla turuna davet ediyordu. En sevdiğimiz futbolcular hakkında olduğu kadar siyasi konular hakkında da fikir alışverişinde bulunduk.


İstanbul’a gelmeden önce şehrin tarihi mekânlarına ve turistik merkezlerine hayran kalacağımı düşünüyordum. Ancak, yapılacaklar listesinin bir parçası haline gelince, bu yerleri ziyaret etmenin yorucu olduğunu çabucak öğrendim. Görülmesi gereken beşinci büyük camiye gittiğinizde artık ilk yerde olduğu kadar kıymetini bilmiyorsunuz. İstanbul’daki günlük hayata dair anlara değer vermeye başladım. Normal bir günde, bir otobüste oturup yaşlıların marketten aldıkları şeyleri taşımalarını izlemek, ana yolların dışında güzel bir cadde keşfetmek ya da Üsküdarlı harika, genç bir avukatla Cristiano Ronaldo’nun en güzel günleri hakkında konuşmak gibi anlar…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.