Merhaba arkadaşlar!

Sanırım benden en son Aralık ayında haber almıştınız. O zamandan bu yana çok şey yaşandı. Ocak ayı ile başlayalım.

Genel olarak Ocak ayı sakin geçti. İş bakımından, bir ESC gönüllüsü olarak deneyimlerim hakkında konuşmak üzere bir liseye gittim. Her zamanki gibi – seminer veya bir toplantıdan sonra – mekan biraz çay veya kahve ikram ediyor. Bu sefer küçük bir hediye de aldık, bir not defteri 🙂 Çok işe yaradı 🙂

Ocak ayı çoğunlukla sakin geçerken, Şubat ayı daha yoğun geçti. En başından başlayalım.

İlk olarak Leyre’yle İzmir’in dışına kısa bir gezi için bisikletlere atladık. Bostanlı’da bisiklet alabileceğiniz bir yer var ama karşılığında kimlik kartınızı vermeniz gerekiyor. Güzel bir uygulamaydı. Ücretsizdi ama bisikletin kendisi düşündüğünüz kadar konforlu değil. Hava inanılmazdı: güneşli ve sıcak. Yılın bu zamanlarında alışık olduğum havanın tam tersi.

Ayın ilk haftası, Ocak ayında hazırlanmasına yardım ettiğim bir gençlik değişimine katıldım. Muhsin – proje koordinatörü – ve ben organizasyonunu yaptık. Ocak ayında programın ve konuşulacak konuların hazırlanmasına yardımcı oldum. Değişim Türkiye ve Almanya arasındaydı ve ağırlıklı olarak göç ve ırkçılık hakkında konuştuk.

Projenin ilk günü oldukça yoğun ve duygusaldı. Sonraki günler biraz daha sakin ve rahat geçti. Katılımcılar mutluydu ve burada geçirdikleri zamandan keyif aldılar.

 

Ayın ikinci haftasında bazı görevlerimi Emilie’ye vermeye başladım. Ona faaliyet mentorluğu sistemimizin nasıl işlediğini anlattım ve ofis ortamımıza uyum sağlamasına yardımcı oldum. Ayrıca Gençlik Değişimi ile ilgili bazı çıkarımlarda bulundum.

Hafta sonunda İstanbul’u ziyaret ettim ve şu anda Bulgaristan’da yaşayan bir arkadaşımla buluştum. İstanbul güzeldi – Asya yakasını daha çok sevdim, daha çok ev gibi hissettirdi. Çoğunlukla turistik olan Avrupa yakası çok kalabalıktı ve bana göre bir yer olduğunu düşünmüyorum.

İzmir’e döndükten sonra bir planlama toplantımız vardı. Her ay tüm ESC gönüllüleri ile bir önceki ayın atölye çalışmaları hakkında geri bildirim almak için yapılan bir toplantıydı. Sonrasında gönüllülerimiz için program yapmaya başladım.

Ve işte Mart ayına başlıyoruz…

Mart ayı biraz farklıydı çünkü Pi Gençlik Derneği 10. yılını kutladı ve ara dönem değerlendirmemizi yaptık. Onun dışında diğer aylardan bir farkı yoktu. Zamanımın çoğunu İzmir’de geçirdim ve çok fazla seyahat etmedim. Duygusal olarak çok inişli çıkışlı bir ay oldu. Ayın başında bir Türk nişanına gittim. Hayat size bu tür etkinliklere gitme şansı veriyorsa, bunu değerlendirin! Estonya’da böyle partilerimiz yok. Nişan daha özel bir etkinliktir ve gelin daha sonra “heeey, yüzüğümü aldım” der. Burada ise, aman Tanrım! Sanırım partide yaklaşık 200-300 kişi vardı. Müstakbel gelin ve damat herkesin önünde duruyor ve hediyelerini (para ve altın gibi) alıyorlardı. Çifte ne kadar yakın olursanız, o kadar çok vermeniz gerekir. Ardından, çoğu zaman geleneksel bir Türk dansı olan halayı oynadılar. Ayrıca pasta ikram ettiler ama doğru düzgün yemek yoktu. Bu başlı başına bir deneyimdi 😀

Bir Cumartesi günü, pek çok şeyden bunalmıştım ve kendime biraz zaman ayırmak için deniz kenarına gittim. Sanırım sabah 8 civarıydı. Bana bir şeyler satmak isteyen bir adam vardı ama ilgilenmedim. İzmir’de size bir şeyler satmaya çalışan birçok engelli insan görebilirsiniz. Onlar için biraz üzülüyorum ama bir yandan da olduğu gibi kabul ediyorum. Bütün gezegeni kurtaramam, kendimi de düşünmem lazım. Her neyse, bu adam benimle konuşmaya başladı ve aman Tanrım! Çok hızlı konuşuyordu ama şaşırtıcı bir şekilde onu anlıyordum. Nereden geliyorsun, adın ne, arkadaş olabilir miyiz gibi basit şeyler. Bundan sıkılmaya başladım çünkü aynı şeyleri tekrar tekrar söylüyordu ve benim cevaplarım da hep aynıydı.

Bu yüzden izbana binip rastgele bir yere gitmeye karar verdim, nereye gitmek istersem oraya. Böylece kendimi Aliağa ve Çandarlı’da buldum. Her iki yer de güzeldi. Aliağa sanki zenginler için yapılmış gibi. Temiz görünüyordu. Komikti çünkü “vay be palmiyeler” diye içimden geçirdim ama İzmir’de de palmiyeler var. Yani anladım ki bazı şeylere o kadar alışmışım ki artık fark etmiyorum bile.

Doğayı ve deniz kenarını (plaj değil ama benzer bir şey) çok özlediğim için otobüse atlayıp günübirlik gezime Çandarlı’da devam ettim. Burayı daha çok sevdim, küçük bir köy gibiydi. Eski bir havası var ve bir tane kalesi var. Mutlu olmak için çok fazla şeye ihtiyacım yok: insanlarla çevrili olmak, doğa, iyi yemek ve başımın üstünde bir çatı. Bu günde, büyük şehirden uzakta ve kendi başıma olmanın tadını çıkardım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.